01 Mayıs 2024 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / CAHİLİYE ARAPLARINDA SOSYAL HAYAT
CAHİLİYE ARAPLARINDA SOSYAL HAYAT

CAHİLİYE ARAPLARINDA SOSYAL HAYAT Prof. Dr. Âdem APAK

Arapça k-b-l kökünden gelen kabile kelimesi, ister hakikî ister hükmî olsun, mensuplarını müşterek nesep altında toplayan cemaat manasında kullanılmaktadır.2 Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarına ad olarak verilmiştir.3

İslâm öncesi Arap toplumu çöl hayatının ortaya çıkardığı sosyal bir model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Başka bir ifadeyle kabile çöl hayatının temelini oluşturur. Uçsuz bucaksız Arabistan bozkırlarında baba, anne ve çocuklardan müteşekkil basit bir aile hayatı sürdürmek mümkün olmadığı için, küçük aileler bir araya gelmek zorunda kalmışlar, bunu da ancak kan bağına dayalı birlikler meydana getirerek sağlayabilmişlerdir. Arapların, uzun asırların tecrübesiyle doğal çevrelerine en uygun sistem olarak kabile hayatını benimsedikleri anlaşılmaktadır.4
Kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleriyle tanınan ve kendilerine şeyh (yaşlı adam), reis (başkan) veya seyyid (efendi) adı verilen kişiler tarafından idare edilirdi. Eşit özelliklere sahip kabile ileri gelenleri arasından daha yaşlı olanını riyasete getirmek adettendi. Kabilede yöneticilik normal şartlarda babadan oğula geçmekle beraber, bu uygulama mutlak bir kural değildi; kabile hayatında üstünlük ferdî hüner ve kabiliyete bağlı olduğu için reislikte nesep yakınlığından ziyade bu konum için gerekli şahsi meziyetleri taşıyanlar tercih edilirdi.
Kabile reislerinin öncelikli sorumluluğu, kabile ileri gelenlerinin tabii üyesi oldukları istişare heyetini organize etmekti; bu sebeple reisin asıl görevi emretmek yerine kabilesini diğer kabilelere karşı temsil etmekti. Reis, kabilesi adına savaş ilân eder, barış anlaşması yapar, kabilenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misafirleri ağırlar, kabile adına elçilik vazifesini yerine getirirdi.5
Arap toplumunun asırlarca hâkim sosyal yapı ve ilişkiler düzeni olarak sürdürdükleri kabile sistemi, sıradan ve düzensiz bir birlikte oluş değildir; aksine bu birlikteliğin belli kuralları ve herkes tarafından bilinen, kendi içinde tutarlılığı olan bir sosyal düzeni vardır. Kabilenin bütünlüğünü, istikrarını ve emniyetini asırlarca bu sistem sayesinde koruduğu düşünülebilir. Şu bir gerçektir ki, herhangi bir kabile mensubu saf bir ferdiyetçi ve kendi menfaatine aşırı düşkün olmakla birlikte, bu sistem gereğince cemaatinin bekası için kendi menfaatini terk etmeye, hatta bu uğurda hayatını vermeye her zaman hazırdır.6 Çünkü o, hayat hakkı başta olmak üzere, sahip olduğu bütün hakları kabilesi sebebiyle elde ettiğinin ve koruyabildiğinin farkındadır.
Herhangi bir kabileye mensubiyet kişinin hayat garantisi anlamına geldiği için, ferdin kabilesine gönülden bağlanması, dolayısıyla kabile kurallarına tereddütsüz tabi olması gerekir. Aksi takdirde, kabile hayatında soyun genel politikası hilâfına hareket eden üye, kabilesi tarafından dışlanmakta, üzerinden -çöl güvenlik sistemi olan- himaye kaldırılmakta ve soyuyla tüm bağları kesilmektedir. İşte bu, bir Arap’ın karşılaşabileceği en büyük felâkettir. Kabile gelenekleri dışına çıkan, kabile şerefine leke süren üyeler hal’ denilen ve kabilenin himaye sisteminin iptal edilmesi anlamına gelen uygulama ile daire dışına atılırdı.7
Çetin hayat şartlarının zorlaması sebebiyle Araplar arasındaki esas ilişki biçimi düşmanlıktır. Câhiliye Arapları baskın ve yağmaları bir geçim vasıtası olarak görmüşlerdir. Nitekim ihtiyaç duydukça yakınlarında yaşayan ve aralarında anlaşma olmayan kabilelere baskın düzenlemişler, rakip kabileler de bunun intikamını almak için her zaman fırsat beklemişlerdir. Arap kabileleri arasında düşmanlık sebepleri hiç eksik olmadığı için bir kabileye baskın düzenlemeyi planlayan kabileler, hedefledikleri düşmanlarını bulamadıklarında kendi akrabaları olan kabilelere saldırmada dahi sakınca görmemişlerdir. Nitekim Emevîler döneminde yaşamış şair Kutamî (v.130/747) bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Biz bir kabileye saldırırsak-o kabile nerede bulunursa bulunsun- yağma ona ulaşır. Biz Dibâb’dan Hilâl ve Dabbe kabilelerine baskın yaptık. Eceli gelenin eceli gelmiştir. Biz bazen başkalarını bulamadığımız zaman kardeşlerimiz olan Bekrîlere saldırırız”.8
Çöl şartları sebebiyle gerek kabile içinde gerekse farklı kabileler arasında husumet ve savaşların meydana gelmesi yaygın bir durumdur. Aynı soydan gelenler arasındaki çatışmalar, kabile içinde yapılan mutat toplantılarda hallediliyor;9 farklı kabilelere mensup insanlar arasındaki anlaşmazlıklar ise bir hâkim veya kâhine ya da bir başka ülkenin kralına müracaat edilerek çözülmeye çalışılıyordu. Bununla birlikte bu şahısların verdikleri kararların gerçekleşmesi, kavga edenlerin rızasına yahut taraflardan birinin üstün gelmesine bağlıydı.
Tabiat şartlarının bir gereği olarak sürekli çatışmanın yaşandığı ortamda Araplar, hac ve ticaret gibi zorunlu faaliyetlerini ifa etmek için güvenli bir zaman dilimine ve coğrafî mekânlara ihtiyaç duymuşlar, onlara bu fırsatı haram aylar ve ticarî panayırlar temin etmiştir. Haram aylar sayesinde bütün bir yıl iki ayrı sulh devresine ayrılmakta, dolayısıyla Arabistan halkı bu süre içerisinde hem ibadetlerini ifa etmekte hem de geçimlerini sağlayıcı faaliyetlerini gerçekleştirebilmektedir. Çünkü bu aylarda Araplar silahı terk ederler; yağmacılık yapmazlar, intikam hisleriyle hareket etmezler; her türlü kötülük ve kan dökmeye son vererek sükûnet içerisinde hayatlarını sürdürürlerdi.10
Kabilenin ana yapısını müşterek ataya dayanan topluluk oluşturmakla birlikte, sonradan meydana gelen katılımlar veya savaşlar sebebiyle kabile bu etnik saflığını koruyamaz; bunun sonucunda zahiren her biri kabilenin eşit üyeleri gibi görünmekle beraber, kabile içinde çeşitlilik ve sınıf olgusu ortaya çıkardı. Yeni katılımlar neticesinde kabileler, aynı ataya bağlı olan öz kabile çocukları, mevâlî ve diğer kabilelerden katılanlar ile savaşların doğal sonucu olan köleler olmak üzere üç farklı tabakayı içinde barındırırdı.
Birinci sırada yer alan kabilenin asıl üyeleri, yani soyları aynı atada birleştiğine inanılanlar, kabilenin diğer mensuplarından her bakımdan üstün ve kabilenin birinci sınıf üyeleri kabul edilirler.
Arap toplumunda kabilenin asıl üyesi olmayıp sonradan herhangi bir sebeple katılanlara mâlik, abd, sâhib, ibnü’l-emân, garîb, câr, halîf, nezîl, şerîk ve rab gibi isimler verilmiştir.11 Yeni katılanlar kabilenin öz evlatlarıyla görünürde eşit sayılmakla birlikte uygulamada onlarla aynı hak ve sorumluluklara sahip değildirler. Onlar, özellikle güçsüzlükleri sebebiyle kabileye katıldıkları için asıl üyelerle aynı statüde olmaları kabul edilemezdi. Bu temel eşitsizlik, kabile hayatının hukuk sistemine de yansımış, mesela bir sözleşmeyle kabileye katılanın (halîf) diyeti, asıl üyenin diyetinin yarısı olarak kabul edilmiştir.12
Kabileyi oluşturan diğer bir grup, mevâlî (mevlâ’nın çoğulu) adı verilen ve genellikle kabile içinde azat edilmiş köle ve cariyeler ile onların çocuklarından meydana gelen tabakadır. Bunlar hürler ile köleler arasında bir yerdedirler. Kabileden hür biri kölesini veya cariyesini azat ederse bu azatlı kişi eski sahibinin yakını (mevlâ) olur ve onun ailesine mensup sayılır, hükmen onunla akraba kabul edilirdi.13
Kabile yapısının üçüncü ve en alt tabakasında İslâm öncesi Arap sosyal hayatının önemli unsurlarından birini teşkil eden köleler sınıfı yer alıyor, esirler de köle statüsünde değerlendiriliyordu. Esirler ve köleler alınıp satıldıkları gibi veraset yoluyla da mirasçılara intikal ederdi.14 Köle tüccarları bilhassa Habeşistan ve komşu ülkelerden getirdikleri köle ve cariyeleri pazarlarda satarlardı. Araplar köleleri günlük işlerinde hizmetçi, ticari ve zirai faaliyetlerinde işçi, kabile savaşlarında asker olarak kullanırlardı. Araplar köleleri ticari mal olarak görüldükleri için onlar sahipleri için sermaye anlamına da geliyordu.15
Birçok toplumda olduğu gibi eski Araplarda da kadim zamanlardan beri bilinen ve uygulanan kölelik sisteminin asıl kaynağı savaşlardır. Öyle ki savaş sonucunda sağ olarak ele geçirilen erkekler köle, kadınlar da cariye kabul edilip sahibinin malı sayılır ve hiçbir hakka sahip olamazlardı; sahibinin onu satma, hibe etme, hatta isterse öldürme yetkisi vardı.16
Köle, sahibinin malı ve sermayesi olarak görüldüğü için kolay kolay azat edilmek istenmezdi. Sadece sahibi, kendisinin ölümünden sonra kölesinin azat edileceğini vasiyet etmişse bu takdirde o köle hürriyetine kavuşabiliyordu. Ayrıca efendisinin köleliğinden kurtulmak isteyen kişi, sahibinden kendisini satmasını talep ederdi; ancak bu, onun köleliğinin ortadan kalkması değil, sadece sahip değiştirmesi anlamına gelirdi.17
İslâm öncesi dönemde bir kimse satın aldığı kölenin boynuna ip takarak götürür; şayet köle harp esiri ise, fidyesi ödeninceye kadar kâkülünü keserdi. Bu dönemde köle satın alarak başkasına hediye etmek yaygın bir adetti. Gelinlere mehir olarak köle verildiği de görülmüştür. Bir köle sahibinin vefatından sonra geçerli olmak üzere azat edilmişse, vefatın gerçekleşmesiyle birlikte hürriyetine kavuşurdu.18 Kölenin sosyal hayattaki statüsü, onun hukuki konumunu da derinden etkiliyordu. Buna göre köleye uygulanacak ceza hür kimsenin cezasının yarısı kadardı. Savaşlara katılan kölelere ganimetten pay verilmez, onun payı efendisinin olurdu.19 Ceza ve ganimetle ilgili bu uygulamaları İslâm dini de kabul etmiştir.20 Bu örneklerde görüldüğü gibi İslâm dini kölelikle ilgili bir kısım uygulamaları benimsemiş olmakla birlikte köleliğin azaltılmasını ve kölelerin durumlarının düzeltilmesini hedefleyen önemli değişiklikler de yapmıştır. Mesela hür bir kimsenin köle statüsüne indirilmesini kesinlikle yasaklamış;21 aynı şekilde bir kimsenin borcundan veya başka bir sebepten dolayı köle haline getirilmesini de reddetmiş; borçluları destekleyici ve borçlarını ödemelerini kolaylaştırıcı mahiyette başka tedbirler geliştirmiştir.22 İslâm dini kumarı yasakladığı için kumar borcundan dolayı köle statüsüne düşme uygulaması da kendiliğinden ortadan kalkmıştır.23 Sonuç olarak İslâm’da kölelik kurumu -o çağların şartlarının gereği olarak büsbütün yasaklanmamakla birlikte- köleliği doğuran sebepler sadece savaşta esir alınma, köle ana-babadan doğma ve köle satın alma ile sınırlandırılmıştır.
Aynı ataya mensup olduğu kabul edilen öz evlatlar ile mevâlî gibi kabileye sonradan katılanlardan ve kölelerden oluşan farklı sınıflar, kabile topluluğunun diğer kabileler karşısındaki konumunu korumak ve güçlendirmek, hayat şartlarını geliştirmek gibi birçok sebep ve ortak menfaat doğrultusunda kabile dairesi içinde bir araya gelmişler; bu menfaat birliği -ister asıl üye olsun ister sonradan katılmış bulunsun- kabile mensuplarının tümünün diğer kabilelere karşı kayıtsız şartsız birleşmelerini sağlamıştır.
İslâm öncesi Arap toplumu, çöl hayatının bir sonucu olarak kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Her bir kabile, şeyh adı verilen ve zenginlik, şeref gibi özel meziyetleriyle temayüz etmiş bulunan, yetkilerinden ziyade sorumlulukları öne çıkan şahıslar tarafından yönetiliyordu. Kabileyi ayakta tutan değerler bütünü olan kabile inanç ve gelenekleri, her üyenin bilmesi ve uyması gereken mutlak kurallar olup, bir kabile üyesinin bunlara riayet etmemesi, onun kabileden kovulup tabiatın ve toplumun vahşi şartlarında büsbütün yalnız ve korumasız kalmasına yol açardı. Kabile üyeleri genel olarak kendilerinin belli bir soydan geldiklerine inanmışlardır. Ancak sosyal çevrenin zorlaması neticesinde gerçekleşen hilf, himâye, icâre gibi katılımlar ile evlenmeler nesep saflığının korunmasını engellemiştir. Kabile mensupları genelde eşit sayılmakla birlikte, kabilenin esas mensupları ile sonradan katılanlar arasında ikili bir tabakalaşma meydana gelmiş, bu durum onların hak ve sorumluluklarını da farklılaştırmıştır. Savaşların doğal sonucu olarak ortaya çıkan köleler ise kabile toplumunun en alt tabakasını oluşturuyordu. Bununla birlikte düşman saldırısı veya savunma hallerinde kabilenin tüm üyeleri kabile menfaatlerini korumak için daima bütün olarak hareket etmişlerdir. İslâm öncesi sosyal hayatın temelini oluşturan kabile sistemi, sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüş; siyasi, toplumsal ve dinî gelişmelerde tesirini devam ettirmiştir.
Avcı, Casim-Recep Şentürk “Kabile”, DİA, XXIV, 30.
Bardakoğlu, Ali, “Diyet”, DİA, IX, 474.
Cevâd Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993.
Günaltay, M. Şemseddin, “Kable’l-İslâm Araplarda İctimai Aile”, Dârülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 1926, c. 1, sy. 4, s. 74-104.
Firûzâbâdî, Ebu’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kûb (817/), el-Kâmûsü’l-Muhît, I-IV, Libya ts.
Hitti, Philip, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, I-V, İstanbul 1980.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî, I-IV, Beyrut ts.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl-Cemalüddin Muhammed b. Mükrim (771/1369), Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır).
Müberred, Ebu’l-Abbâs Muhammed b. Yezid (285/898), el-Kâmil, I-IV, tlk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire ts.
Nass, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi’ri’l-Ümeviyye, Beyrut 1964.
Râgıb el-İsfahânî, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed b. Mufaddal (502/1108),el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Mısır, 1970.
Watt, W. Montgomery, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, (çev: Ünal Çağlar), İstanbul 2001.
Zebîdî, Seyyid Muhammed Murtaza (1205/1790), Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts. (Dâr-u Sâdır).
Zeydân, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, çev. Zeki Meğamiz, I-IV, İstanbul 1970.
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 592;Firuzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, III, 555.
Firuzâbâdî, III, 555. Ayrıca bk. Avcı, Casim-Recep Şentürk “Kabile”, DİA, XXIV, 30.
Watt, W. M., Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 54, 58.
Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 52.
Nass, İhsan, el-’Asabiyye, s. 70.
Zeydân, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 33.
Müberred, el-Kâmil, I, 61-62.
Zeydân, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 17.
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 46.
Zebîdî, Tâcü’l-’Arûs, X, 389.
Bardakoğlu, Ali, “Diyet”, DİA, IX, 474.
İbn Manzûr, Lisânü’l-’Arab, X, 243.
Günaltay, M. Şemseddin, Kable’l-İslâm Araplarda İctimai Aile, s. 83.
Cevâd Ali, el-Mufassal, IV, 118-119.
Nass, el-’Asabiyye, s. 68.
Zeydân, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 37-38.
Müslim, Eymân 54-57;Tirmizî, Buyû’ 11; İbn Mâce, Ahkâm 20.
Zeydân, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 37-38.
Buhârî, Hudûd 35; Tirmizî, Siyer 9.
Buhârî, Buyû 105; İbn Mâce, Ruhûn 3.
İbn Mâce, Mukaddime 7.
Mâide, 5/90.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul